2. Bölüm-Velayet-i Fakih Sistemine Yöneltilen Sorular ve Cevapları

Velayet-i Fakih Sistemine Yöneltilen Sorular ve Cevapları (2)

Soru: “Velayet-i Fakih-i Mutlaka” konusunda hangi Kur’an ayetlerine dayanarak bu konuyu ispatlayabiliriz?

Cevap: Bazen sadece konunun İslami olmasından ötürü Kur’an’ı Kerim’den delil getirerek hiçbir sorun olmaksızın tamamen anlaşılır, derin araştırmaya ihtiyaç duymaksızın ve içtihada dayalı bir düşünce sergilemeksizin o meselenin söz konusu edilebilineceği zannediliyor, hâlbuki öyle değildir şöyle ki:

1– İslam’da akıl ve sünnetin her ikisi de muteber senettir ve İslami öğretileri bu ikisine dayanarak ve hatta üç kaynağa dayanarak (Kur’an, sünnet ve akıl) tanıyabiliriz.

2– Kur’an’da bir meselenin ortaya konulmasının çeşitli yönleri vardır ve birçok konularda araştırma yöntemine aşina olmadan ve dini anlamadan Kur’an’dan bir meselenin çıkarım ve elde edilişi mümkün değildir.

Böyle olmasına karşın Kur’an yoluyla velayeti fakihin ispat edilmesinin en sade yöntemi masumlardan sonra yalnızca velayeti fakihi doğrulayan Kur’an’da hâkim ve idarecinin şartlarıdır.

TOPLUM HÂKİMİNİN ŞARTLARI

1. İslam ve iman; Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.” [1]

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp inkârcıları dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir ilişiği kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başkadır.”[2]

2. Adalet (Zulmün karşısında); Allah-u Teâlâ zalimlerin hükümet ve velayetini kabul etmiyor o halde hâkim ve velinin adil olması gerekir:

“Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” [3]

Bu ayette geçen meyletmek (Rukun) kelimesi rivayetlerde “sevmek ve itaat etmek” olarak tefsir edilmiştir.[4]

Aynı şekilde Allah-u Teâlâ imametin şartlarını Hz. İbrahim (a.s)’e şöyle buyurmuştur:

“Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz.”[5]

3. Fekahet (Fakihlik); İslam hâkiminin hükümleri uygulayabilmesi için İslam hükümlerini bilmesi gerekir. Peygamber Ekrem (s.a.a) ve Masum İmam (a.s) zamanında bu ilim, Allah tarafından onlara verilmiştir ve Masum İmam’ın (a.s) gaybet zamanında, halk içinde hükümleri en iyi bilen kimseler âlimlerdir.

Kur’an’ı Kerim ilmin şartları konusunda şöyle buyurmaktadır: “Öyle ise, hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa iletilmedikçe doğru yolu bulamayan kimse mi? Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?”[6]

Fakih yıllar yılı telaş ederek ele geçirdiği uzmanlıkla İslam hükümlerini Kur’an’dan, sünnetten, akıldan ve icmadan elde edebilir ama fakih olmayan bu uzmanlığa sahip değildir ve İslam hükümlerini fakihten öğrenmesi gerekir.

Eleştiri: Fakih olmayan kimse İslam hükümlerini fetva şeklinde fakihten alabilir ve hâkimlik (idarecilik) yapabilir o halde hâkimin fakih olmasına gerek yoktur.

Cevap: Öncelikle: Hükümet için gerekli olan bilgiler fetvaya mahsus bilgiler olmadığı için fakih olmayanın fakihi taklit etmesi gerekir denilemez zira birçok konularda fakih, hükümlerin çakıştığı yerlerde hangisinin tercih edilmesi gerektiği bilmeli veya maslahat içeren konuları teşhis ederek hükümete dair hüküm verebilmelidir. Her ne kadar uzmanlık isteyen bir mesele fakihin alanına girse de “Hükümete dair hüküm vermek” fetva ve taklit dairesinin dışındadır.

İkincisi. Fakih olmayan, tüm konularda fakihi taklit etmeyi kendisine gerekli görür mü? Yoksa sadece kendisinin teşhis ettiği konularda mı fakihe itaat eder? İkinci surette ilahi hükümlerin uygulanması ve hükümetin dini olmasının hiçbir güvencesi olamaz. Birinci surette gerçekte söz konusu fakihin velayeti vardır ve doğrudan yürütme işlerinin sorumluluğunu üstlenen şahıs, fakih tarafından işlerin icra edicisi sayılır ve bu velayeti fakihin uygulanmasının yöntemlerinden birisidir.

Eleştiri: “Hakka ileten mi daha layıktır” ayetinde, hakka ileten kimse “iletilmedikçe doğru yolu bulamayan” kimseden daha üstün tanıtılmıştır yani fakihe itaat etmek, fakih olmayana itaat etmekten daha uygun olarak bilinmiştir. Buna binaen fakihin varlığına ve fakihe itaat edilmesinin daha iyi olmasına rağmen, fakih olmayana da itaat edilmesi kabul edilmiştir.

Cevap: Buna benzer bir sözü İbni Ebi’l Hadid “Nehcu’l Belağa”nın şerhinde İmam Ali (a.s) ile Ali (a.s)’den önceki halifelerin mukayesesinde söylemiş ve: Emirilmüminin (a.s)’e itaat etmeyi, başkalarının velayetine itaat etmekten daha iyidir diyerek Ali (a.s)’ye itaat edilmesinin gerekli olduğunu değil, daha iyi olduğunu ifade etmiştir.[7]

Ayette daha layık ve daha uygun ifadesi, zorunluluk haddindedir yani sadece ona itaat edilmelidir zira ayetin zeylinde halk itaat etmediği için azarlanmıştır: “Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?”Bu ayet gereğince zikredilen “daha uygun ve daha layık” zorunluluk derecesindedir.

Kur’an’da buna benzer başka bir mesele de vardır örneğin: “Aralarında akrabalık bağı olanlar, Allah’ın Kitab’ına göre, (miras konusunda) birbirleri için (diğer) mü’minlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler.”[8]Bu ayette miras konusunda bir gurubun varlığı ikinci gurubun mirastan mahrum bırakma vesilesi olarak zikredilmiştir.

Diğer birçok ayetlerde âlimlerin, âlim olmayanlara üstünlükleri açıklanmıştır.[9]Akli açıdan da daha iyi ve daha öncelikli bir kimsenin varlığına rağmen iyi ve öncelikli olmayana tabi olunmaması gerekir; özellikle toplumun yazgısını belirleyen rehberlik konusunda.

4. Yeterlilik: Tedbir ve idare etmek olarak da tabir edilen toplumu idare etmeye güç ve liyakatin olması.

Allah-u Teâlâ Hz. Yusuf (a.s)’a şöyle buyurur: “Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi.”[10]

Hz. Musa (a.s) ve Hz. Şuayb (a.s)’in kızının anlatıldığı kıssada da şöyle buyrulmuştur: “Kızlardan biri, “Babacığım, onu ücretle tut. Herhâlde ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir olan bu adam olacaktır” dedi.” [11]

Bu ayetlerin tamamından Kur’an açısından hâkim ve idarecinin genel bir betimlemesi elde edilebilir. Kur’an mantığında yalnızca ilmi ve ahlaki yeterlilikleri olan ve gerekli güç ve kudrete sahip olan kimseler hükümet etmeye ve idareciliğe layıktır. Kur’an’dan elde edilen bu betimleme Masum İmamın (a.s) gaybet asrında “velayeti fakihe” tatbik edilir. Diğer taraftan İslam hükümeti, Allah’ın kanunlarının hükümetidir: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”[12]Böyle bir hükümet dini tanımaksızın ve ilahi hükümlerin uygulanmasında uzmanlık olmaksızın (tüm şartlara haiz adil fakih olmaksızın) mümkün değildir.[13]

Soru: Velayeti fakihin felsefesi nedir?

Cevap: Bu meselenin açıklanması iki noktanın analizine döner:

1. Toplum niçin siyasi açıdan lider ve velayeti fakihe ihtiyaç duyar?

2. İslam toplumunda siyasi liderlik niçin gerekli şartlara haiz fakih için kararlaştırılmıştır?

İnsan toplumu, fertlerin menfaatlerini, alakalarını ve birbiriyle çelişen çeşitli eğilimlerini kapsaması hasebiyle zaruri olarak hükümete ihtiyaç duyar.– her ne kadar son derece sınırlı olsa da – kabile veya köy gibi insan topluluklarının bir sistem ve başkanlığa ihtiyaç duyar. Güvenlik sistemi içinde menfaatlerin birbirlerinin karşısında yer alması ve fertler ve ahlaki anlayışlar arasındaki uçurumlar gibi bu söylemlerin tamamının halledilmesi yönünde bir düzen ve güvenliğin oluşturulabilmesi güçlü ve muteber bir kuruluşun varlığını zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla gerekli siyasi iktidara, program uygulama gücüne ve emir ve nehiylerin icra edilmesinde karar alınması sahip olmayan bir hükümet ve devletten mahrum bir toplum eksik ve nakıs olacak ve kendi bekasını kaybedecektir.

İmam Ali (a.s) Haricilerin karşısında – hüküm ancak Allah’ındır sloganı atıyorlar ve bir hükümetin varlığını nefyederek kendilerine doğrudan Allah’ın hükümet etmesi iddiasında bulunuyorlardı – şöyle buyurmaktadır: “Oysa insanlara iyi ve kötü bir emir (idareci) gerekir. Böylece mümin onun emri altına (iyilikle) amel ede ve kâfir onun emri altında faydalar bulur.”[14]

Siyasi velayeti fakihe ihtiyaç duyulmasının sırrı, insan ferdinin eksik oluşu ve zaafında değil bilakis, insan camiasının eksikliği ve zaafında yatmaktadır. Dolayısıyla bir toplumda layık ve hakkı tanıyan fertler ortaya çıksa bile yine de hükümete ve siyasi velayeti fakihe ihtiyaç vardır. Zira bazı işler toplumla alakalı olduğu ve çok geniş alanda genel karar alınmasını gerektirdiği için fert – tekil bir varlık olması hasebiyle – bu konularda karar alamaz.

Gücün dağılımı, kudret sahiplerinin şartları, siyasi gücün nasıl elde edileceği, siyasi gücün birilerine verilmesinde toplumun yeri ve rolü ve…gibi işlerde siyasi sistemlerin ihtilafı vardır ve bunların dışında beşeri toplumda siyasi lidere ve velayete ihtiyaç duyulmasının aslında görüşler ortaktır ve sadece hem sayı açısından az olan ve hem de kabul edilebilir bir delili olmayan anarşistler bunun karşısındadır. Şia’nın siyasi düşüncesinde siyasi liderliğin gaybet asrında gerekli şartlara haiz fakihe bırakılmasının sebebi, hükümet vazifesi ve misyonunun şeriat öğretileriyle Müslümanların işlerinin uyuşturulması ve tatbik edilmesi cihetiyledir. Dini hükümetin hedefi yalnızca güvenliğin oluşturulması ve nasıllığına bakılmaksızın refahın temin edilmesi değildir aksine, toplumun işleri ve bu işlerin uygunluğu dini değerler, hükümler ve ilkelerle örtüşmesi gerekir. Bu işlerin tamamının gerçekleşmesi – müdüriyet sahasında gerekli tüm güce sahip olmasının yanında – halk içinde Allah’ın hükmünü en iyi bilen ve toplumsal ve siyasi meselelerde fekahate sahip olan İslam toplumlunu idare edecek birinin varlığını gerekli kılar.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurur: “Ey insanlar! Bu işte (hükümet işinde) insanların en haklısı; bu işte en güçlü olan ve Allah’ın emirlerini bu konuda en iyi bilendir.”[15]

Sonuç itibariyle bazı eksikliklerin giderilmesi ve emniyet ve düzenin sağlanması için diğer toplumların liderliğe ihtiyacı olduğu gibi İslam toplumunun da siyasi liderlik ve velayete ihtiyacı vardır. Söz konusu bu siyasi liderlik, adil ve güçlü bir fakihe verilmiştir, zira İslam toplumunun idare edilmesi – toplumu idare edecek müdüriyet gücünün yanı sıra – İslam’ı tanıyan ve fıkhı bilen kimsenin varlığını zorunlu kılar.

3. İmam Humeyni (r.a) “velayet-i mutlaka-i fakihe” (fakihin mutlak velayeti) inanıyor muydu ve pratikte bu teorik görüşten faydalanmış mıdır?

Doğru bir bakış açıyla İmam Humeyni (r.a)’nin bu konudaki görüşünü ve nasıl amel ettiğini ortaya koyabilmek için ilk olarak velayet-i mutlaka-i fakih konusundaki niza ve tartışmaların açıklanması gerekir.

Veliyi fakihin hâkim ve veli unvanında Allah tarafından ilahi kanunların uygulanması vesilesiyle toplumun dini hedeflere yöneltilmesi gibi bir makamı olması hasebiyle öncelikle İslam nazarında kanunların bölümleri ve sonra velayeti fakihin bu kanunların her bir kısmıyla ilişkisini araştıracağız.

Sabit ve değişken kanunlar

İslam’a göre kanunlar sabit ve değişken olmak üzere iki kısımdır.

Sabit kanunlar: (Birincil ve ikincil hükümleri kapsar) Zaman ve mekân sınırı olmayan ve sonsuza kadar sabit ve değişim kabul etmeyen ve hiç kimsenin tasarruf hakkının olmadığı kanunlardır. Kanunların bu bölümü ikiye ayrılır: Birinci kısmı doğrudan Allah tarafından konulmuş ikinci kısmı ise doğrudan Allah tarafından kanunlaştırılmamış kanunlar olup Allah-u Teâlâ bu kanunların teşrii hakkını Peygamber Ekrem (s.a.a)’e ve diğer masum imamlara (a.s) vermiştir ve gerçekte bu kanunların teşrii keyfiyetini (kanunların nasıllığını) onlara ilham etmiştir.

Değişken kanunlar: Zaman ve mekân şartlarına tabi olan hüküm ve kanunlardır. Bu kanunlar, sabit kanunlar çerçevesinde, İslami değerler ilkesine riayet edilerek ve İslam toplumunun gereksinimleri göz önünde bulundurularak veliyi fakih tarafından kararlaştırılır. Bu kanunlara ıstılahta “Hükümet Kanunları” veya “Velayet Hükümleri” veya “Sultanlık Hükümleri” denilir.

Tevhidi bakış açısına ve Hazreti Hakkın kanun koymada Rububiyeti gereğince hâkimiyet ve kanun koyma hakkı asaleten ve bizzat Allah’a aittir ve O, birilerine kendi istediği ölçüde kanun koyma izni verebilir.

Bu izin Peygamber Ekrem (s.a.a) ve Masum İmamlara (a.s) tam olarak verilmiştir ama “Veliyi Fakih” konusunda, fakihler arasında az çok ihtilaflı görüşler vardır.[16] Bu ihtilaflı görüşler “Velayeti Fakihin yetki alanı” bölümündeki ihtilaflar olarak meşhurdur ve bizimde üzerinde duracağımız konu budur.

Fakihlere göre velayeti fakihin ihtiyar ve yetkileri

Fakihlerin bazıları, Müslümanların velayetin ve velayeti fakihin emir ve nehyine zorunlu durumlarda itaat edilmesinin farz olduğu sınırını getirmiş ve bu durumda ona itaat edilmesini kaçınılmaz bir ihtiyaç bilmişlerdir. Bunun karşısında fakihlerin bazısı da bu sınır ve yetkinin daha geniş olduğuna inanmış ve onun dairesini özel konuların dışında Masum İmamda (a.s) olduğu gibi, toplumsal işlerin tamamını kapsadığını söylemişlerdir.

Bu iki görüşün açıklık kazanması için örnek verelim: Bazen yol ve caddelerin büyütülüp genişletilmesi son derce önemlidir ve yapılmaması durumunda bir gurup insanın can güvenliği tehlikeye düşer; trafik kazaları çoklaşır ve birçok can ve mal kaybıyla sonuçlanır. Böyle bir durumun patlak vermemesi için her iki gurupta cadde ve yollardaki evlerin yıkılarak geçiş yerlerinin yapılması ve caddelerin genişletilmesi doğrultusunda velayeti fakihin bu işe karışmasına izin verir. Ama cadde ve yollar üzerindeki şeylerin yıkılması halkın rahat etmesi ve şehrin güzelleştirilmesi için olacaksa, birinci gurubun itikadına göre, veliyi fakih yıkım emri veremez. İkinci gurubun itikadına göre, toplumun maslahatına olacak her yerde – çok zorunlu olmasa bile – hüküm verebilir ve önceki verdiğimiz misale göre veliyi fakih, yıkım emri verir ve başkaları ise bu emre itaat etmekle sorumludur.

Söylenmesi gerekir ki velayeti mutlak-a (fakihin mutlak velayeti), düşmanların ve bilinçli maksadı olan kimselerin söz konusu ettiği gibi – ilahi hükümlerden yüz çevirmek ve zaman zaman bu hükümleri tatil etmek değildir – veliyi fakihin istediği şekilde amel etmesi anlamında değildir. Çünkü veliyi emr – İslam fıkhına ve toplumsal maslahatlara tasallutu olması deliline göre – bir müddet birici derecedeki hükmü (hükmü evvelîye) bırakarak ikinci derecedeki hükme (hükmü saneviye) yönelir. Grerçekte bir hükümden yine Allah’ın hükmü olan başka bir hükme yönelir ve bu yöneliş, belli bir kanun üzerine olup Allah’ın izni doğrultusunda gerçekleşir; hiçbir zaman veliyi fakihin gönlünün isteği doğrultusunda değildir. Veliyi fakihin var oluşunun felsefesi şahsi görüş ve nefsanî istekler doğrultusunda hareket etmek değil aksine, ilahi hükümlerin uygulanması, yüce hükümlerin icra edilmesinin ön hazırlıklarının sağlanması ve İslam’ın yücelmesidir.

Daha önce söylediğimiz gibi kanun koyma hakkı asaleten ve bizzat Allah’a aittir ve O, izin verdiği kimselere kanun koyma ve kullara hükümet etme hakkını verebilir. Bu sebeple her türlü kanun koyma ve insanlara emir ve nehiyde bulunma Allah’ın izni dışında caiz değildir ve İslam’a göre reddedilmiştir. Dolayısıyla dini bakış açısına göre bir ülkenin kanunlarının tamamı – ister kanuni esasi olsun isterse tasvip edilen diğer kanunlar olsun – bir şekilde veliyi fakihin – gaybet zamanında ilahi genel atama sebebiyle hükümet ve kanun koyma iznine sahiptir – onaylaması ile resmiyet ve meşruiyet kazanır. Bu söylediğimiz, dinin tartışma götürmez bir işi olup velayeti fakihe inananların – ister velayeti mutlaka olsun isterse velayeti hisbiye olsun – tamamının ittifak ettiği bir konudur.

 

İmam Humeyni (r.a)’nin sözlerinde velayet-i mutlaka-i fakih

İmam Humeyni (r.a) şöyle buyuruyor: “İki özelliği (ilahi kanunları tanımak ve adalet sahibi olmak) bulunduran layık bir kimse kıyam eder de hükümet oluşturursa bu kimse Resulü Ekrem (s.a.a)’in toplumu idare işindeki velayetine sahip olacaktır ve herkesin ona itaat etmesi lazımdır. Resulü Ekrem (s.a.a)’in hükümet yetkilerinin, Hz. Emirilmüminin (a.s)’in ya da fakihin ihtiyarından daha fazla olduğu vehmi batıl ve yanlıştır. Elbette Hz. Resulün (s.a.a) fazileti, âlemin tamamından daha fazla ve ondan sonra Hz. Emirilmüminin (a.s)’in fazileti herkesten daha çoktur ne var ki manevi faziletin çokluğu, hükümet ihtiyarını fazlalaştırmaz.”[17]

Aynı şekilde İmam (r.a) “Şuun ve ihtiyaratı veliyi fakih” – “Kitabu’l Bey” kitabının velayeti fakih konularının tercümesi – kitabında şöyle buyururlar:

“Peygamber (s.a.a) ve İmamların (a.s) hükümetle alakalı sayılan yetki ve sorumlulukların tamamı adil fakihler için de muteber ve geçerlidir. Elbette böyle olması, fakihlerin manevi rütbesinin peygamber ve imamlarla aynı olduğunu gerekli kılmaz, zira bu manevi faziletler, o büyük insanlara özeldir ve hiç kimse makam ve faziletlerde onlarla aynı rütbede değildir.”[18]

İmam bu kitabın başka bir yerinde şöyle buyurur:

“Gaybet zamanında, Masum İmamın (a.s) velayet hakkı olduğu işlerin tamamında fakihin de velayet hakkı vardır.”

Aynı şekilde aynı kitabın başka bir yerinde şöyle buyurur:

“Şer’i delilin ikame edilmesine dayanarak İmamın (a.s) zahiri hükümeti sebebiyle falan yetki ve hak üzerinde velayete sahip olmadığı ve bu işlerin şahsıyla alakalı olduğu ve başkalarını kapsamadığı ya da toplum üzerinde hükümet ve velayetle alakalı olsa bile, İmamın (a.s) şahsına münhasır olduğu ispatlanmadığı sürece, imamın (a.s) yetki ve sorumluluklarının tamamına fakih de sahiptir.”[19]

Bu sözler İmam’ın (r.a) velayet-i mutlaka-i fakih konusundaki bakış açısının ileri düzeyde olduğunu anlatmaktadır ve İmam’ın, İnkılâptan yıllar önce Necef-i Eşref de ileri düzeydeki fıkıh derslerinde açıkladığı bu mesele İslam düşmanlarını aşırı düzeyde sinirlendirmiş ve onları bu ilahi nuru söndürme hedefine yöneltmiştir.

İslam İnkılâbı’nın paha biçilmez mimarı İmam Humeyni (r.a) kendi hükümet geçmişinde bu büyük vilayetten ameli olarak faydalanmış mıdır yoksa faydalanmamış mıdır?

1. Mühendis Bazargani geçici Başbakan unvanıyla İmam Humeyni (r.a) tarafından atanmıştır.

İmam Humeyni (r.a) bu konuda şöyle buyurur: “Ve benim hatırlatmak istediğimi başka bir nokta da şudur: Ben, Mukaddes Kanun Koyucu tarafından sahip olduğum velayet vasıtasıyla onu atayan birisiyim. Onu ben atadım ve ona itaat etmek farzdır; halkın ona tabi olması gerekir. Bu sıradan bir hükümet değil meşru bir hükümettir, ona tabi olmanız gerekir. Bu hükümete muhalefet etmek, şeriata muhalefet etmek ve şeriattın karşısında kıyam etmektir.”[20]

İmam’ın (r.a) bu sözü, onun tarafından velayet-i mutlakadan amelen faydalandığının ve İmam’ın velayetinin Allah tarafından olup Mukaddes Kanun Koyucu tarafından meşruluk kazandığının ve böyle bir meşruluğun halk tarafından ve halkın oy ve görüşü esasına göre değil, tıpkı diğer şer’i hükümlerde olduğu gibi (namaz, oruç, hac ve…farz olması örneğindeki gibi) ilahi hükümle olduğunun çok açık bir delilidir.

2. Beni Sadr’ın, Şehit Recai’nin (r.a) ve Yüce Rehberlik Makamı’nın (Allah ona uzun ömürler versin) Cumhurbaşkanlığına Hz. İmam (r.a) tarafından atanması açıkça göstermektedir ki; kanuni esasinin altıncı aslına uygun olarak Cumhurbaşkanı, halk oyuna dayanılarak seçilir ve aynı şekilde kanuni esasinin yüz onuncu maddesinin dokuzuncu bendine uygun olarak – ki bu madde rehberliğin ihtiyarındaki sorumlulukları belirler- rehber Cumhurbaşkanının oyla seçilmesinden sonra sadece onu atar ve Cumhurbaşkanlığını onaylar ama Hz. İmam (r.a), Allah tarafından kendisine verilen “Velayet-i Mutlaka” sebebiyle zikredilen Cumhurbaşkanlarının atanmasına ilaveten açıkça şöyle buyurmaktadır: Bu şahısları Cumhur başkanlığına “atadım”. Bu, kanuni esaside yer alan sorumluluk ve ihtiyardan çok daha öte olup “Velayet-i Mutlaka-i Fakih”in amelen uygulandığını gösterir.

 

İmam’ın (r.a) Cumhurbaşkanlarını atama hükmümleri

A. Beni Sadr’ın Cumhurbaşkanlığına atanma hükmü (1358.11.15)

“Bislmillahirrahmanirrahim. Değerli İran milleti ezici oy çoğunluğu esası gereği Dr. Seyit Ebu’l Kasım Beni Sadr’ı ülke Cumhurbaşkanlığına seçmiştir ve onun meşruiyeti tüm şartlara haiz fakihin atamasıyla olacağı için ben milletin oyunu geçerli biliyor ve onu, bu makama atıyorum ne var ki İran Müslüman milletinin onu seçmesi ve benim de onu atamam, Beni Sadr’ın Mukaddes İslam Hükümlerine ve İran İslam Kanuni Esasisine muhalefet etmemesi şartıyla sınırlıdır.”[21]

B. Şehit Muhammet Ali Recai’nin (r.a) Cumhurbaşkanlığına atanma hükmü (1360.5.11)

“Bismillahirrahmanirrahim… değerli ve sadık İran milleti…ülke içi ve ülke dışındaki düşmanların tebligatına rağmen Sayın Muhammed Ali Recai’yi (Allah onu teyit etsin) bir önceki seçimlerden daha fazla oyla İran İslam Cumhurbaşkanlığına seçmiş ve bu büyük ve ağır sorumluluğu ona bırakmıştır. Onun Veliyi Emr’in atamasıyla meşruluk kazanması hasebiyle ben milletin oyunu geçerli kılıyor ve kendilerini resmi olarak İran İslam Cumhurbaşkanlığına atıyorum.”[22]

C. Yüce Rehberlik Makamı Hz. Ayetullah Seyit Ali Hamenei’nin Cumhurbaşkanlığına atanma hükmü (1360.7.17)

“Ben şanı büyük millete uyarak ve mütefekkir, âlim ve çok değerli Hüccetü’l İslam Sayın Seyit Ali Hamenei’nin (Allah onu teyit etsin) makam ve konumundan da haberdar olarak onu İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına atıyorum.”[23]

Yüce Rehberlik Makamı Hz. Ayetullah Seyit Ali Hamenei’nin ikinci Cumhurbaşkanlığına atanma hükmü (1364.6.13)

“Şuanda şanı büyük değerli milletin oyuna tabi olarak…hali hazırdaki döneminin bitmesinden sonra milletin seçimini geçerli kılıyor ve kendilerini İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı makamına atıyorum.”[24]

3. İmam’ın (r.a) emriyle Mecme-e Teşhis-e Maslahat-e Nizam’ın (Düzenin Yararını Teşhis Konseyi) kurulması (1366.11.18)[25]

Böyle bir Mecme’in (Konseyin) veya bu Konseyin kurulması ihtiyarı Anayasada – 1368 yılı öncesine kadar – rehberin sorumluluğu altında olacağı düşünülmemişken İmam (r.a) böyle bir emri verdi ve bu emir “Velayet-i Mutlaka”ın pratik uygulamalarının başka bir cilvesidir.

Bu ve benzeri (önceki konuda olduğu gibi) konulardaki verilen emre dikkat edildiğinde şu önemli noktanın göze çarptığını göreceğiz:

“Rehberin ihtiyar ve sorumlulukları”nı açıklayan kanuni esasinin yüz onuncu maddesinde zikredilen işler gerçekte “adet ve sayıya bağlı (İhsaii)” değil “örneklendirme (Temsili) babındandır başka bir ifadeyle: Ülke normal şartlar altında olduğu müddetçe (ve gerçekte kanunun konumu da her yerde sıradan ve normal durumla alakalı olacaktır) bu çerçevede kanuni esasiye amel edilir. Ama ülke durumu ya da idaresinde öngörülmeyen fevkalade durumla karşılaşıldığı zaman rehber, Mukaddes Kanun Koyucunun kendisine verdiği ilahi velayeti mutlaka gereğince buhranın giderilmesi ve tolumun maslahatı doğrultusunda girişimde bulunabilir.

Ümit ediyorum ki; Yüce Makam Sahi İmam Humeyni’nin (r.a) Kur’an ve sünnetten aldığı görüşlerini ince ve doğru bir şekilde tanırız ve onun görüşlerini ferdi olarak yorumlamaktan kaçınır ve İmam’ın (r.a) nurani düşüncesi doğrultusunda ilerleriz. İnşallah.

[1] Nisa Suresi, 141.

[2] Âli imaran Suresi, 28.

[3] Hud Suresi, 113.

[4] “Tefsiri Ali b. İbrahim”, c. 1, s. 338.

[5] Bakara Suresi, 124.

[6] Yunus Suresi, 35.

[7] İbni Ebi’l Hadid, “Şerhi Nehcu’l Belağa”, c. 1, s. 328.

[8] Ahzab Suresi, 6.

[9] Zümer Suresi, 9.

[10]Yusuf Suresi, 55.

[11] Kasas Suresi, 26.

[12] Maide Suresi, 44.

[13] Daha fazla bilgilenmek için bakınız:

A. “Tefsiri Peyami nur”, c. 10 (Kur’an’ı Mecit ve hükümeti İslami);

B. Zu ilm, Ali, “Nigahi be mebaniyi Kur’an ve velayeti fakih”;

C. Mekarim Şirazi, Ayetullah Nasır, “Ayaati velayet der Kur’an”.

[14] “Nehcu’l Belağa”, hutbe 40.

[15] “Nehcu’l Belağa”, hutbe 173.

[16] Velayeti fakihin aslı Şia fıkhına göre tartışma götürmez bir konudur ve tarih boyunca hiçbir fakih bunu inkâr etmemiştir.

[17] Bkz: “Hükümeti İslami” İmam Humeyni (r.a), s. 55.

[18] Bkz. “Şuun ve ihtiyarati veliyi fakih, tercümeyi mebhasi velayeti fakih, ez kitabu’l Bey, İmam Humeyni (r.a), s. 33 ve 34.

[19] A.g.e: s. 35.

[20] Sahifeyi nur, c. 6, s. 31.

[21] Sahifeyi nur, c. 11, s. 260.

[22] Sahifeyi nur, c. 15, s. 76.

[23] Sahifeyi nur, c. 15, s. 179.

[24] Sahifeyi nur, c. 19, s. 221.

[25] Sahifeyi nur, c. 20, s. 176.

www.vahdetinsesi.com

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*