Şu fanî-kesif ve zâil dünya hayatını, çok az bir çaba ve emekle ebedîleştiren, âlem-i lâhût ve melekûtta müşahede makamında, Esma-i İlâhîyyenin muhtelif elvamyla insibağ ettiren ve nurlaştıran şehid-i mü’min, bu, fenadan bekaya âlem-i zulümattan âlem-i nura geçiş merhalesi olan kabz-ı ervahı da, çok rahat-sakin ve sûhuletle atlatmakta, ölüm ve teslim-i ruh denen ameliyede sünnetullahtan olan acı ve sızıyı en asgarî düzeyde tatmakta, bununla da diğer sâlih mü’minlerden imtiyazlı durumda bulunmaktadır…
Evet; şu mübarek hadis-i şerif dahi, bu İlâhî-mucizevî hakikati alenen tasrih ve ilan etmektedir:
“… Şehidler, ölüm acısını duymazlar! Ve kabirlerinde keder hissetmezler!…”(30); “Şehidin ölümden duyduğu acı, ancak sizden birinin çimdiklemeden duyduğu acı gibidir!… “(31)
İşte;.. bu muhteşem İlâhî nusret ve rahmettir ki, şehidlerde tüm beşerî-dünyevî ve behimî his-istek-irtibat ve etkileri yıkmış, vech-i hak ile ve O’nun (cc) İlâhî müşahedesi ile itminana kavuşmuştur…
Konunun daha da vûzuha kavuşması için, ahsen’el-kasas olan Sûre-i Yûsuf’taki şu olayı, Yüce Rabbimizin (cc) tekellüm-ü İlâhîyyesinden dinleyelim:
“Şehirde, (bir takım) kadınlar: ‘Aziz (vezir)’in karısı, kendi fetası’nın nefsinden murad almak istiyormuş. Öyle ki, ‘sevgi’ onun bağrına sinmiş. Doğrusu biz, onu apaçık bir sapıklık içinde görmekteyiz!’ Dedi. (Azizin karısı) onların düzenlerini (dedikodularını) işitince, onlara (bir davetçi) yolladı, oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline (önlerine koydukları meyveleri soymaları için) bıçak verdi. (Yûsuf a da) çık, onlara! (görün!) dedi. Böylece onlar (kadınlar) onu görünce; (cazibesine kapılıp) onu büyüttüler de (medhûş bir şekilde) ellerini kestiler ve dediler ki: ‘Allah’ı tenzih ederiz; bu asla bir beşer değildir, gerçekten bu kerim bir melekten başkası değildir!…’ (Vezirin karısı:)
‘İşte, hakkında beni kınadığınız (kimse) budur!’ Dedi…”(Yûsuf: 30-32);
Çok derin ve ibret-amiz İlâhî-ruhî ve manevî tablolar sergileyen bu kıssanın çok kısa bir tahlilini yapacak olursak; Âlem-i ğayb ve şehadette mevcut olan ve gelecek durumda bulunan bütün varlıkların çok yönlü-muhtelif tüm güzellikleri, Esma-i Hüsna-yı İlâhîyyeden olan Cemalullah’ın, sonsuz-sınırsız güzelliğinin sadece nâkıs ve cüz’î bir aksi-gölgesi ve tecellisinden ibarettir. Hz. Yûsuf’un (as) güzelliği ise; bu sonsuz İlâhî tecellinin sadece küçücük bir zerreciği ve zerrecik bir kabarcığıdır. Bu kadar cüz’î ve zerrecik bir güzelliğin, şûhud ehli olan kadınlar üzerinde uyandırdığı sevgi ve cazibe, bütün duygularını ve onun gayrı olan tüm zevklerini ve bağlantılarını yıkıp-yok etmiştir.
Hz. Yûsuf’u (as), çok kısa ve âni bir bakışla müşahede eden ve onun (as) cismânî güzelliğine şahid olan kadınlar:
a-) Önlerinde bulunan ve dünya ni’metlerini temsil eden meyveleri yemeyi unutmuş ve ondan daha tatlı ve zevkli olan bir temaşa, onları, daldırdığı âlemle (Yûsuf’la) başbaşa bırakarak, meyveleri kendilerine terk ettirmiştir,
b-) O müşahedenin, kendi varlıkları üzerinde bıraktığı eşsiz-kapsayıcı ve bîhuş edici etkisi ve mest edici cazibesi,meyveleri soymakta oldukları bıçaklarla ellerini kesmekte olduklarının farkınavardırtmamış, akıl ve şuurları, bu hususta (geçici bir süre için) fonksiyonunu kaybetmiştir,
c-) Gözleri, ellerinde akmakta olan kanları görmemiş, muhatabına müteveccih şehâdetleri ve şûhudları, başka şeye, hatta kendilerine ve kesilen uzuvlarına bile bakışlarını (gayr-î ihtiyarî) engellemiştir,
d-) Kesilen ellerinden dolayı, hasb’el-beşer duyulacak olan acı-sızı ve ağrıya asla vakıf olamamışlar, yani, böyle bir acıyı asla duymamışlardır. Zira; müşahede ettikleri varlığın güzelliği ve onun tevlid ettiği tat-lezzet, ellerin kesilmesinden dolayı duyulması tabi olan acı-sızı ve ağrıyı kat-kat bastırmış, adeta sıfıra indirmiştir… Ve işin enteresan yanı, toplu halde bulunan bu kadınların hepsinin aynı hâlete müstağrak olmuş olmaları, istisnasının bulunmaması, reaksiyoner ve psikolojik olarak, önceden aleyhte şartlanmış bulunmalarıdır!.. Ve hâkezâ…
Netice; “Vezirin karısının ma’zur, hatta haklı olduğu görüşü ile noktalanmakta, … ‘bu, kerim bir melekten başkası olamaz!’… denerek, ona (Yûsuf’a) yönelik müşahedeye hatta vuslata devamda, karar kılınmış olmaktadır.. .”(32);… İşte böylece; “Şehidler, ölürken ölüm acısını duymazlar; ancak sizden birinin çimdiklemeden duyduğu ‘acı’ kadar acı duyarlar!.. ” Anlamındaki hadis-i şerifin İlâhî sırrı ve gerçekliği de anlaşılmış, derinliğine doğru aklî ve irfanî bir kapı açılmış bulunmakta; kıyas-ı vahidi ile aşk-ı mecaziden aşk-ı hakikîye ve aşk-ı İlâhîye geçiş güzer-gâhında bulunan perdeler aralanmış olmaktadır!…
Âşık ile maşuk, yani kul ile ma’bud arasında bulunan zulûmât ve nur perdelerinin kalkması ve aralanması oranında hasıl olacak kurbiyetin intac edeceği şuhûdun derecesine göre bir tad-zevk-haz ve lezzet-i ruhanîyye ve manevîyyeye mazhar da (yani, şehid de), bedenî-dünyevî ve fanî varlıklarazevk ve lezzetlere olan tüm rağbet ve teveccühleri mecazî duruma ve gittikçe sıfıra indirecek, kendisini müşahede-i manevîyye içerisinde mustağrak kılarak itminana ulaştırmış olacaktır…
Müşahede-i manevîyye; âlem-i nur ve melekuttaki ulvî varlıklardan, makamlardan-mazhariyetlerden, Esma-i İlâhîyyenin muhtelif cilvelerine ve tecellilerine;… onlarla insibağ etmelere ve nihayet zat-ı Uluhiyyet-i Mutlaka ‘da (bil-müşahede) fanî olmaya ve Vahdet’üş- şuhûd(33) ile ebedîleşmeye kadar., bir seyr-i süluk çizgisi takip etmekte; bu derecelerin herhangi birinde ‘Fisebilillah cehd-ü gayret’ (cihad) içerisinde iken, cismanî ilişkinin kesilmesi (mevt ameliyesi) ile zuhur eden şehadet ile, me’mul olan maksuda ve maşuka vasıl olunmuş olmaktadır. Ki; bu tatlı ve muhteşem-nuranî cazibelere gark olmuş bir zatın (şehidin), bu merhaleye geçişi sağlayan (sebep olan) ölümün acısını-sızısını gerçek anlamıyla hissetmesi elbette, muhal ender muhal olacaktır…
Bilhassa, Zat-ı Uluhiyyetin eş-Şehid isminin özel tecellisinin simgesi ve o kanaldan, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ve Tekaddes ile irtibat kurma durumunda olanların, her türlü beşerî-kesif-cismanî ve arızî etkilerden ve arazlardan beri ve müstağni bulunacakları (daha da) tabiî
olacaktır…
Bu İlâhî şuhûd ve şehadetin meftûn kılıcı cazibe-i nuranîyyesidir ki…; geçmiş tağutlann ateşe atma (34), ateş çukurlarına doldurma (35), kol ve bacakları çapraz kesme, asma (36), canlı canlı topraklara gömerek baştan ayağa testere ile biçme ve demir taraklarla derileri yüzme(37), sürekli-en ağır işkencelerle ölümlerden ölümlere sürükleme(38), koyun gibi boğazlama ve bedenleri lime lime doğrama(39) gibi… akla ve hayale gelmeyecek derecede, nice bireysel ve toplumsal zulüm, işkence, vahşet, cinayet ve canîyâneh-ğaddarâne katliamları;.. Yüce İslam’ın savunulması ve batıl düzenlerin yıkılması uğrunda verilen mücahedeyi daha da şiddetlendirmiş, şehadete olan rağbeti aşk düzeyine ve daha da ileri seviyeye çıkarmış, bu da, zalim-tağutî düzenlerin yıkılışını ve tarihin çöplüğüne atılışını doğurmuştur…
Günümüz dünyasının, tarihte benzeri görülmemiş hunhar zalimlerinin ve canavarlaşmış olan tağutî-şeytanî güçlerin ve düzenlerin; kezâ icrâ ettikleri müthiş vahşet-cinayet ve katliamları da, şehadetin tüm nesillere ve çağlara şamil-yıkılmaz İlâhî bir mektep ve meslek olduğunu sağlamış, Öz Muhammedi İslam’ın muhafazasını ve müdafaasını deruhte eden nuranî birzırh ve kal’a konumuna getirmiş, çıkardığı vâris-i Muhammedi, İbrahimî, Hüseynî, ve Humeynîlerle..; ve onların izleyicileri-fedaileri olan milyonluk kafileler halindeki Hizbullahî yiğitlerle arz-u semayı cuş-u huruşa getirmiş ve tüm şeytanî-tağutî düzenleri de sarsmaya ve saltanatlarını yıkmaya başlamıştır…
Binaenaleyh;., bu realite ve vâkıâ, şehadetin, ferdî faziletinden daha çok hayat-ı içtimaîyye-i İslamîyye (sosyo-İslamî ve sosyo-ideolojik) cihetiyle, sonsuz İlâhî nur-huzur-rahmet-bereket ve feyiz kaynağı olduğunu göstermiş, onda mündemiç bulunan esrarengiz İlâhî güç ve kudreti (ta’bir caiz ise) deşifre etmiştir!.. (Hizbullahî yiğit müslümanların, tağutları titreten istişhadî operasyonları, şehadetteki sonsuz İlâhî gücün, cüz’î bir tezahürüdür!…)…
Hülâsa olarak, konuyla alakalı buraya kadar derc edilmiş bulunan naslar ve dermeyân edilen hakikatler muvacehesinde, diyebiliriz ki:
Şehid, müşahede ettiği İlâhî nurlar ve füyûzata olan sonsuz aşk ve prestiji ile, fanîyat ile olan tüm alakasını kesmiş, ebedîyete ve onun tek kaynağı olan Allah-u Teâlâ’ya doğru yönelmiştir;., bu yönelişi ile, beşerî hayat ve nazar için ğayb olanlar, şuhûda ve şehadete dönüşmüştür…
Esma-i İlâhîyyenin nuruyla iştial eden (ışıklanan) şehid, ğayb âlemine ve sakinlerine şahid olduğu gibi, ışıklanmış olmasından dolayı da, o ana kadar kendisini görmemiş-görememiş muhtelif gaybî varlıklara görülür olmaya, yani meşhud olmaya başlamış, böylece; şahid ve meşhudu şahsında cem edici bir özelliğe kavuşmuştur… (Zira; ışığı olmayan önünü dahi göremez, ışıklı olmayan da başkası tarafından görülemez. Kâinatta nice varlıklar vardır ki, ışıksız olduklarından dolayı görülememektedirler…)
Şehid eriyen bir mum gibi değil; ebede nazır bir sirac-ı münirdir! (nur saçan bir kandildir)!… Böylece; saçtığı ışıklarla, şehid adaylarının yollarını ebede kadar aydınlatmaya, onlara yol göstermeye devam edip-gitmektedir…
Şehid; güneşler kehkeşanı özelliğini taşıyan veraset-i nübüvvetin, şehadet güneşi olan Seyyid’üş-Şüheda’nın nuranî cazibesine ve manzumesine merbut, şule-feşân bir kamer ve parıldayan bir yıldızdır. Ki, hem bu âlem-i zulûmata ışık saçmakta, hem de mensubu bulunduğu o muhteşem manzume ile birlikte şems’üs-şümusda müstekarr olmak üzere, Zat-ı Zü’l-Celal-i Ve’l-İkram’a doğru (sonsuzluk fezasında) müteharrik olup, akıp gitmektedir…(40)
Şehid; mevt ile mahiyet ve hayat değil, yer ve yön değiştirmiştir. Kesif ve fanî âleme müteveccih yüzü, oradan ufûl etmiş; nuranî-lâtif ve bakî aleme tulu’ etmiş; yansıttığı şu’leler ile de fanî âleme müteveccih olan ayları ve yıldızları nurlandırmış, onlar kanalıyla yüz çevirdiği âlem-i fenayı aydınlatmayı sürdürmüştür…
Kişi, inandığı veya en çok sevdiği şeyi yaşatma ve ona ulaşabilme amacıyla yaşar. Gerçek mü’minin inandığı, en çok sevdiği ve gerçek zevkine ve hakikatına ulaşabilmek için çırpındığı tek şey, Hakaik-i İmaniyye ve İslamîyye’dir. Bunları, toplum hayatında hükümran olarak yaşadığı oranda ve boyutta, onlara inanmış olup da onlarla var olanların da hayat-dar olmaları tabiîdir. İşte şehid; bu ulvî hakikatin ve ulvî davanın yaşaması-yaşatılmasına yaptığı katkı ile yaşamakta, onunla özdeşleşerek
ebedîleşmektedir…
Şehid; seve seve verdiği ve akıttığı ter, gözyaşı ve kan damlalarıyla, Şecere-i Mübareke ve Tayyibe olan İslam ağacını sulamakta, neşv-ü nema bulan ve güçleşen-gürbüzleşen bu mübarek ağacın kökleşmesine, âlem-i mülk ve melekutta dal-budak salmasına ve nuranî-daimî meyveler-ürünler vermesine şahid olmakta, bunlarla da “Rabbinin indinde ‘huzur’ ve neş’e ile ‘merzuk’ bulunmakta..”, tüm sevdiklerinin de bu İlâhî ni’mete mazhar olmasını dört gözle beklemektedir…
Şehid; kemiyeten küçük, lakin keyfıyeten istinad ve intisab ettiği merci ve merkez cihetiyle (ki O, Allah-u Teâlâ’dır (cc) ) sonsuz bir gücü tazammun eden İlâhî bir nüve (ta’bir caiz ise, atom çekirdeği) hükmündedir. Ki, inşikakı (parçalanması), yani ruhu ile bedeninin ayrılması, yani şehadeti ile müthiş bir olay, bir infilak husûle gelmekte, bu; hak cephe için (ışık-ısı ve hareket noktasında) güçlü bir (ta’bir caiz ise nükleer) enerji santrali ve kaynağı olmakta, batıl cephe için ise, yok edici ve yıkıcı bir nükleer bomba hüviyetini ve fonksiyonunu taşımaktadır… Bu sırdandır ki, “şehidler, İslam’ın kaybı değil; en büyük ve en bereketli kazancıdır!..” kanaat-i vicdaniyyesi, ehl-i hak ve hakikat nezdinde yakınî ve muhkem bir kaziye haline gelmiş bulunmaktadır…
Evet;.. İ’la-yı Kelimetullah uğruna, aziz şehidlerin akan mübarek kanları, İslamî izzet ve şehâmetin ve hükümranlığın İlâhî garantisi ve sigortası olurken, tağutî ve şeytanî güçlerin ve düzenlerin de yıkılmasının, tar-u mar olmasının İlâhî sebebi ve vesilesi olmaktadır. Yüce Rabbimizden (cc); bizleri de, bu İlâhî nur ve feyz kaynağından doyurmasını niyaz-eyleriz, inşaallah…
——————————————————————————————
30 Et-Terğib: 3/224;…
31 Sünen-i Neseî:K. Cihad/35; (Terc): 6/409; Darımi: K. Cihad/16; Müsned-i
Ahmed:2/297; İbn-i Mâce: K. Cihad/16; (Terc): 7/527; Sünen-i Tirmizî: K. Cihad/25;
(Terc): 3/210; R. Sâlihin: 783; Et-Terğib: 3/221.
32 Ayet-i Kerime şöyle devam etmektedir: “… (Vezir’in karısı dedi ki): Andolsun, onun nefsinden ben murad almak istedim, o ise (kendini) korudu. Ve (yine) andolsun ki, eğer o, kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa, mutlaka o, zindana atılacak ve mutlaka küçük düşürülenlerden olacak! (Yûsuf ise:) ‘Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, (muhtemel ki) onlara eğilim gösteririm de cahillerden olurum!..’ dedi.” [Yûsuf(12): 32-33];…
33 “Allah ile beraber başka bir ‘ilah’a duâ edip-çağırma. (Zira) ondan başka hiçbir ilah yoktur; her şey ‘helak’ olucudur, ancak O’nun ‘vechi’ (yüzü ve zatı) müstesnadır!
(Her türlü) ‘hüküm’ de yalnız O’na aittir ve hep O’na döndürüleceksiniz!” [Kasas(26):88];.. Ayet-i kerimesinde geçen vech; yüz-suret-sima olarak mütalaa edilince, Vahdet’üş-Şühud penceresi tezahür etmiş olur. Zira her şey, Esma-i İlâhiyye’nin ayinesi olduğundan, ayine ise, kendinden ziyade kendine aksedeni yansıtacağı, O’na bakanlar, ayineyi değil, yansıyanı müşahede edecekleri.. Esma’nm, müsemmanın aynısı olmasından, müsemmamn da (haliyle) Vahid-i Ehad olduğu.. O’nun bakî, ayine olan her şeyin dahi helak olucu bir özellikte bulunduğu., gibi.., irfanî hakikatler, Vahdet’üş-Şühûd’un temel unsurlarıdır…
Mezkûr ayette geçen vech; zat-vücut-varlık olarak ele alındığı.. Esma-i
İlâhîyye’nin de Efal-i İlâhîyye olarak mütalaa edildiği., tüm yaratıklar (her şey) dahi, bu İlâhî ef’alin ve sun’un tezahürleri olarak., idrak edildiği durumda ise , Vahdet’ülViicûd mektebi, (daha başka nassların da te’yidi ile..) Kur’anî dayanağını bulmuş olmaktadır. Zira; Her şey helak olucu olunca, ind-i İlâhî’de zaman mefhumu söz konusu olamayacağından, bu helak oluş, an hükmündedir. Ki, tüm varlıklar yok hükmünde varsayılmakta, ancak O’nun vechi (yani, Zat ve Vücûd-u İlâhîsi) var olan varlık olarak tecelli etmektedir. Tabiî ki; Merhum İmam’ın (ra); “Bu tür sırlara bizim gibilerin aklı ve idraki kâfi gelmez.. O, ehli olanların işidir!…” şeklindeki (tevazükârâne) ifadeleri, nazar-ı itibara alınmalı, bu tür akademik., ve felsefî…içerikli konular (gerekmediği ve ehil olunmadığı takdirde) medar-ı münazara edilmemeli, pratik hayatta gerekli olacak olan mesâil üzerine tüm mesailer yoğunlaştırılmalıdır, ve’sselam…
34 Örnek olarak bakınız; Bakara: 258; Enbiya: 67-68; Ankebût: 24-25;…
35 Bakınız; Bürûc: 4-8;..’in tafsili olarak; Sahih-i Müslim: K. Zühd/73; (Terc):
11/478-481; Tirmizî: K. Tefsir/75; (Terc): 5/446-451; Müsned-i Ahmed: 6/17;,İbn-i
Esir(terc): 1/384-388; İbn-i Mâce: 10/260-262;
36 Örneğin; Tâ-hâ(20): 203;…
37 Tecrid-i Sarih: 9/302, Zübdet’ül-Buharî: 640;…
38 Bakınız; İbn-i Esir: 1/335-342;…
39 Bir-İki örnek için, bakınız; İbn-i Esir: 1/233-235, 272-279;…
40 Nitekim, şu âlem-i kevn ve fesadın yıldızları, kamerleri ve güneşleri dahi, kendi manzumeleri ve kehkeşanları içerisinde ve onlarla birlikte, aynı hedefe doğru (maddî ve cismanî olarak) hareket etmektedirler!.. Örneğin; “Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan ‘müstakarra’ (karar bulacağı bir zamana ve mekâna..) doğru akıpgitmektedir. Bu, Aziz-Alim olan (Allah)’ın takdiridir. Kamer’e gelince, biz onun için de bir takım menziller (uğrak yerleri) takdir ettik; sonunda o, eğri hurma dalı gibi (hilal şeklinde) olur da geri döner, (böylece) ne Güneş Ay’a yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunların her biri, belli bir yörüngede (hep birlikte) yüzüp gitmektedirler!” [Yasin(26): 38-40]; İlaahir… Bunlar için tek sözümüz; “Fetebarekallahu Ahsen’ül-Halıkin…”dir…
İlk yorum yapan olun